“Dil ve edebiyat, köklerini halktan alır. Alman dilini milli kimliğin bozulmamış ifadesi kılmak Alman halkının boynunun borcudur. (...) Yahudi ancak Yahudi gibi düşünebilir. Almanca yazarsa yalan yazar. (...) Yahudi'yi ecnebi saymak istiyoruz ve milli kimlik meselesini ciddiye alıyoruz. Bundan dolayı, Yahudilerce yazılan eserlerin İbranice basılmasını Sansür İdaresinden talep ediyoruz. Almanca basılırlarsa bunların tercüme olduğu açıkça ifade edilmeli. Yazı dilinin kötüye kullanılmasına karşı müdahalede bulunulmalı. Yazılı Almanca, Almanlardan başkasına hizmet etmemeli. Alman ruhuna uymayan her şey edebiyattan sökülüp atılacaktır.”
Alman'a Yabancı Ruha Karşı 12 Öneri — 1933
Yakarak İdam
10 Mayıs 1933'te Deutsche Studentenschaft, yani Alman Talebe Birliği, Opernplatz Meydanı'nda (günümüzde Bebelplatz) ve 20 üniversite şehrinde daha, toplu kitap yakma etkinliği düzenledi. Bu dev ateş Aktion wider den undeutschen Geist'in ( (Alman'a Yabancı Ruha Karşı Eylem) zirvesi olmuştu. Parti iktidara gelir gelmez başlatılan ve Yahudi, Marksist, barış yanlısı yazarlarla farklı siyasi görüş taşıyanlara musallat edilen bir hareketti bu. Karl Marx, Karl Kautsky, Heinrich Mann, Sigmund Freud, Erich Maria Remarque, Thomas Mann ve Kurt Tucholsky gibi yazarların eserleri ateşe atılmıştı. Bütün bu yazarlar şu ya da bu şekilde Alman ırklığının saflığına zarar veriyordu ve dolayısıyla halka yabancı, devlet içinse tehdit addediliyorlardı. İçlerinde bazıları eserlerini Almanca kaleme alan Yahudilerdi, başka bir deyişle taklitçiydiler. Alman yazarının görevi Alman diline sadık kalmak ve dilin saflığını korumaktı zira Alman dili, Alman ruhunun dışa vurumuydu. Bu yüzden Alman diliyle İbranice kati şekilde ayrılmalıydı. Yahudilerin yazdığı kitapların yabancı unsur olduğu kolayca anlaşılabilmeliydi.
Esmer Almanca
1933'ten itibaren Nazi ideolojisi Alman kamusal hayatına giderek daha fazla nüfuz etti. Özellikle lisan bundan çok etkilendi. Bu dönemde Almanya'da basılan veya söylenen her şey partinin normlarına uygun olmak zorundaydı. İnsanların radyoda ne dinleyip gazetelerde ne okuyabileceklerine ancak Propaganda Bakanı Goebbels karar verebilirdi. Nihai hedef, bireyin bireysel özünü ortadan kaldırmaktı. Her bireysel eylem halkın hizmetinde olmak zorundaydı. Kişi, halkın emrinde olmalıydı. Birey yoktu. Daha büyük, daha soyut bir bütünün içerisindeki çarktan ibaretti. Yavaş yavaş yeni bir Almanca ortaya çıkıyordu. Sebastian Haffner takma ismini kullanan Raimund Pretzler (1907-1999), ölümünden sonra ortaya çıkan hatıratı "Bir Almanya'nın Tarihi, 1914-1933"te, Almanya'nın ve Alman dilinin nasıl yavaş yavaş çöküp ikiye bölündüğünü anlatır: "Pek çok akranımızla iki çift laf bile edemeyeceğimizin farkındaydık çünkü biz başka bir dil konuşuyorduk. Nazilerin esmer dilinin etrafımızda vücut bulmaya başladığını hissediyorduk: angajman, garantör, fanatik, ırk kardeşi, savaşa dönüş, yozlaşmış, alt insan... Tiksinç bir dildi. Her kelime, içerisinde koca bir embesil şiddet evreni saklıyordu."
Yeni Lisan
İngiliz yazar George Orwell, savaştan hemen sonra 1948 yılında yazdığı "1984" romanında, totaliter rejimlerde fikirle dil arasında ne kadar sıkı bir bağ olduğunu başarıyla gösterir. Newspeak veya yeni lisan, hayal ürünü Okyanusya'da fikir özgürlüğünü sınırlamak amacıyla tamamen totaliter devlet tarafından üretilip kontrol altında tutulan yeni bir dildir: "Bu kısmen yeni kelimelerin icadı vasıtasıyla yapılsa da daha ziyade istenmeyen kelimelerin ortadan kaldırılması yöntemine başvuruluyordu. Dilde kalmasına izin verilen kelimelerse taşıdıkları sakıncalı anlamlardan, hatta her türlü yan anlamdan arındırılıyordu. Nitekim 'özgür' kelimesi yeni lisanda yaşamaya devam etmişti ama 'yol serbest' gibisinden cümleler haricinde kullanılamıyordu. 'Siyasi özgürlük' veya 'entelektüel özgürlük' gibi tabirler içerisinde eski anlamında kullanılması yasaktı. Zaten siyasi veya entelektüel özgürlük yoktu artık, kavramları bile mevcut değildi. Bu durumda, birer isimlerinin olması da imkânsızdı. Sapkın kelimeleri bertaraf etmenin çok ötesinde, kelime hazinesinin fakirleştirilmesi başlı başına bir gaye olarak görülüyordu. Ortadan kaldırılabilecek hiçbir kelimenin yaşamasına izin verilmiyordu. Yeni lisan, düşünce sahasını genişletmek değil daraltmak üzere tasarlanmıştı. Kelime seçeneklerini kısıtlamak da dolaylı olarak bu gayeye hizmet edecekti." Fakat yeni kelimeler yaratma esaslı bunun tam zıddı bir işlem var ki yapılan operasyonların hakiki karakterini perdelemekte kullanılıyor. "Akıllı silah", "temiz savaş", "yan zayiat" gibi yeni tabirler üretilmesinin tek amacı, yapılan savaşların her zaman ve her yerde sivil nüfus içerisindeki masumları vurduğu gerçeğinin mümkün olduğunca üstünü örtmektir. Yeni Lisan'ın, yani Orwell'in Newspeak'inin çağdaş örnekleri işte bunlardır.
Words of Mass Destruction (Kitle İmha Sözcükleri)
Lisan, gerçekliği tasvir etmekle kalmaz, onu yaratır. Kelimeler bir nesneyi akla getirmenin ötesinde, ona varoluş bahşederler. Gerçekte var olmadığı halde sadece söylemin gücüyle yaratılan ve milletlerarası dengeleri muazzam ölçüde değiştiren bir örnek verelim: Irak'ın "kitle imha silahları". Amerikan ve İngiliz resmi makamları, bu silahların varlığına dair tek bir somut delil göstermeksizin weapons of mass destruction terimini aylarca ağızlarına sakız edip Irak'la ilişkilendirdiler. Kitle imha silahlarının sözde mevcudiyeti, Irak'ın işgal edilmesi kararının alınmasında en etkili argümanlardan biri oldu. Fakat Irak didik didik arandığı halde, ne savaş sırasında ne de savaştan sonra, kitle imha silahlarına dair tek bir emare dahi bulunamadı. Yani tek bir kelime savaş çıkardı, on binlerce insanın ölmesine sebep oldu, bir ülkeyi paramparça etti.
Amerikalı komedyen John Oliver'ın hiciv programı, 2014'ten bu yana akşamları HBO kanalında yayınlanıyor. Burada 28.09.2015'teki bölümün bir fragmanı görülmekte.
2015 yılının ikinci yarısında mültecilerin Akdeniz'i geçmesini niteleyen terimler de diğer bir etkileyici örnek. Mülteciler hakkında nadiren tarafsız bir dille konuşuluyor. Çoğu zaman saldırganlık, tehlike ve tahrip çağrıştıran kelimeler kullanılıyor. Mülteci "akınlarından", mülteci "sellerinden" söz ediliyor. Avrupa "sular altında kalıyor". Tsunami gibi hücum eden mülteciler imgesi akıllara düşürülüyor. Avrupa'ya "kitleler halinde" geliyorlar. "Hepsini birden buyur edemeyiz!" sözünü sık sık duyuyoruz. İngiliz başbakanı, "arı oğulu gibi" Avrupa'ya üşüşen mültecilerden söz etti ki bu imge de saldırganlık çağrışımları barındırıyordu. Macaristan başbakanı daha da ileri gidip ülkesinin her yandan mültecilerin saldırısı altında olduğunu söyledi ama zaten savaştan kaçmış insanlar hakkında böyle konuşmak en hafif tabirle tuhaf kaçıyor. "Yasa dışı mülteci" tabiri de sıkça kullanılıyor. Hâlbuki mülteci, tanımı gereği yasa dışı değildir. Ancak iltica talebi reddedildikten sonra yasa dışı olur, bu da gayet uzun bir süreçtir. Mülteci o ana dek yasa dışı değildir, Akdeniz'i geçmesiyse hiç yasa dışı değildir. Böyle ifadeler mültecilerin "suçlulaştırılması" arzusundan ileri geliyor. Bu da güncel atmosferde nüansların yok olduğunun apaçık göstergesi. Nüansları silip atan böylesi bir vokabüler, toplumun kalbinin ne derece katılaştığına dair fikir veriyor.