“Aksine, Yahudi parazittir ve parazit kalacak. Beleşçidir, zararlı bir basil gibidir. Uygun zemin bulduğu müddetçe daha da yayılır. Yerleştiği yerlerde, bu mikrobu kapan halklar er ya da geç mezarı boylar.”
Adolf Hitler — 1925-1926
“Aksine, Yahudi parazittir ve parazit kalacak. Beleşçidir, zararlı bir basil gibidir. Uygun zemin bulduğu müddetçe daha da yayılır. Yerleştiği yerlerde, bu mikrobu kapan halklar er ya da geç mezarı boylar.”
Adolf Hitler — 1925-1926
1920'lere gelindiğinde, Versay Anlaşması (1919) kaynaklı aşağılanma hissi ve ağır savaş tazminatlarının yükü altında Almanya iki büklümdü. Savaştan kısa süre sonra bir efsane doğmuştu: Dolchstoßlegende, yani sırttan bıçaklanma. Buna göre sosyalistler, komünistler ve Yahudiler iktidarı ele geçirmek uğruna Alman ordusuna ihanet etmişlerdi. Otobiyografik Mein Kampf (1925) kitabında, ırkçı, antisemit ve Cermen ırkını göklere çıkaran fikirlerinin yanı sıra Hitler bu efsaneye de yer verecekti. Mein Kampf, Hitler'in sistemsizce faydalandığı kaynakların meyvesiydi. Jean-Louis Vullierme'in satırlarıyla "Hakir düşmüş ve asabi, zeki ama tembel, gururu incinmiş bu delikanlı kendini devrimci sayıyordu. Bunun için sağcı basının henüz cılkını çıkarmadığı fikirleri başaklaması, sonra bunlardan bir sentez oluşturması gerekiyordu. O da böyle yaptı ve başarılı oldu." Mein Kampf'ın içerdiği en önemli fikirler sömürgecilik (ve kölecilik), milliyetçilik, militarizm, Mesihçilik, otoriter rejim, bürokratizm, halkçılık, tarihselcilik, hukukta pozitivizm, genççilik, devlet terörü, başkasının acısına duyarsızlık, sivillik düşmanlığı, antisemitizm, ırksal üstünlük, propagandacılık, parlamento karşıtlığı ve ırk ıslahıydı. Hitler hiçbir yeni fikir formüle etmemişti fakat mevcut fikirlerle hazırladığı harman günden güne daha çok insanın aklını çeliyordu.
Alman ekonomisinin içler acısı hali zaten hâlihazırda birçok insanın Weimar Cumhuriyeti'nden yüz çevirmesine sebep olmuştu. Yeniden güçlü bir Almanya'da yaşamayı arzulayanların sayısı çok fazlaydı. Pek çok aşırı sağcı ortaya çıktı. Caz, blues, modern sanat ve mimari gibi yeni ve modern olgular birçoklarınca volksfrend olarak algılanıyordu, yani halka yabancı ve tehlikeli. Fakat bundan böyle halka yabancı ve tehlikeli unsurların en başta geleni Yahudiler olacaktı. Hitler'in partisi NSDAP (Alman İşçilerinin Nasyonal Sosyalist Partisi), birçok Alman'ın memnuniyetsizliğini ve hüsranını bu yöne kanalize etmeyi başaracaktı.
Birinci Dünya Savaşı Alman milliyetçileri için bir kâbustu. Zira Almanya savaşı kaybetmekle kalmayıp galip devletlerin hakaretine uğradığını da hissetmişti. Versay Anlaşması birçok Alman için yenilir yutulur gibi değildi. Vatan toprağının önemli bir kısmı kaybedildiği gibi ülke çok ağır savaş tazminatları ödemeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Alman ekonomisi işsizlik ve yoksulluk batağına saplanmıştı. Alman halkının çoğunluğu nasıl olup da yenildiklerine akıl sır erdiremiyordu. Kudretli Alman İmparatorluğu'nun böylesine çökmesi nasıl mümkün olabilmişti? Savaştan sonra demokratik yollarla iktidara gelen Weimar Cumhuriyeti hükümeti, 20'lerde galip devletlerin taleplerini karşılamak için büyük sıkıntılar çekiyordu. Almanya'nın borçlarını ödeyemeyeceği belli olunca Fransa ve Belçika, işi toprak işgaline kadar vardırmıştı. Gene de 20'lerin ortalarında düze çıkma emareleri görülmeye başlamıştı. Derken 1929 küresel buhranı meydana geldi ve borsalar çöktü. Çok şiddetli bir ekonomik kriz söz konusuydu. Sayısız Alman şirketi iflas etti, milyonlarca insan bir günde işsiz kaldı. Bu şartlar altında, sonu gelmez polemiklerin felç ettiği dirayetsiz demokratik partilere ancak radikal partiler alternatif teşkil edebiliyordu. Hitler nasyonal sosyalist partisinin 1933'te iktidara gelmesini işte bunlara borçluydu. Partinin en önemli siyasi silahlarından biriyse mağlubiyetin ve ülkenin ekonomik durumunun suçunu üstüne yıkacak bir düşman belirlemesiydi: "Beynelmilel Yahudi".
"Mülteci", "yabancı", "sığınmacı", "sürgün", "iltica başvurusu reddedilmiş kişi", "kaçak", "ecnebi", "Müslüman"... Bütün bu tabirlerin ortak yanı, "başka yerden gelmiş"e gönderme yapması. Öyle bir yer ki "küreselleştiği" iddiasındaki toplumumuzda bile, bir tehdit unsuru barındırdığı hissini uyandırıyor. Bu insanlar güya kültürel kimliği tehdit ediyor, ekonomik refahı tehdit ediyor, toplumsal uyumu tehdit ediyor. Bu tabirler gündelik konuşma dilinde son derece olumsuz çağrışımlar taşımaya başladı. "Kaçak" kulağa neredeyse "suçlu" gibi gelmeye başladı. Toplumun bizzat kendi sosyal dokusu tehlike altına girmiş durumda. Peki, bu sosyal doku ne ölçüde katı veya açık olmalı? Diğer bir ifadeyle, yabancılara ve onların aramıza katılma taleplerine karşı nasıl bir tavır takınmak gerek? Siyaset, etik, ulus devlet, milli kimlik, milletlerarası hukuk ve insan haklarına dair fikirlerimizi temelden tartışmaya açan bir unsur "yabancı". Çoğu zaman yapmacıklı olan söylemlerimizin başına bela olmaya devam ediyor.
Cemiyetin ne olduğuna ve yabancılarla arasındaki sınırları nasıl belirlediğine dair en tüyler ürpertici tariflerden birini, 1920'de kaleme aldığı şu benzetmeyle Franz Kafka verir ki, Yahudi olması itibarıyla kendisi de Prag'da bir yabancıdır:
"Biz beş arkadaşız. Bir gün art arda bir evden çıktık. İlk çıkan, kapının yanına geçip durdu. Sonra iki numara geldi. Daha doğrusu küçük bir cıva topu gibi kapıdan kayıverdi ve bir numaranın yanında yerini aldı. Sonra üç numara geldi, sonra, dört, sonra beş. Nihayet tek sıra olup dizildik. İnsanların dikkatini çekmeye başladık. Bizi işaret edip "şu beş kişi az önce şu evden çıktı" diyorlardı. O günden beri birlikte yaşıyoruz. Devamlı aramıza karışma çalışan altı numara olmasa, gayet de huzurlu bir hayat süreceğiz. Gerçi bize bir zararı olmuyor ama gıcık ediyor işte, bu da aslında zarar olarak yeter. Neden istenmediği bir yere girmeye çalışıyor? Onu tanımıyoruz. Aramıza katılmasını istemiyoruz. Beş kişilik grubumuz da bir zamanlar birbirini tanımıyordu gerçi, hatta halen tanımadığımız bile söylenebilir, fakat beşimiz için mümkün sayıp hoş görebildiğimiz şeyi altı numara için mümkün de saymıyoruz, hoş da görmüyoruz. Her halükârda biz beş kişiyiz ve altı kişi olmak istemiyoruz. Hem devamlı bir arada olmanın manası ne zaten? Beşimiz açısından da manalı değil aslında. Ama beraberiz işte ve beraber kalacağız. Yeni bir kombinasyonuysa sırf tecrübelerimizden dolayı istemiyoruz. Peki ama bunu altı numaraya nasıl belli edebiliriz? Uzun uzun izah etmeye kalksak, onu aramıza almış kadar oluruz. Bu yüzden tercihimiz izahta bulunmamak ve onu aramıza kabul etmemek. İstediği kadar boynunu büksün, onu dirseklerimizle itmeye devam edeceğiz. Ama ne kadar itersek itelim, o gene geliyor."
İzzetinefis sahibi her diktatoryal rejim gibi Naziler de lisanı en kudretli silahlarından biri haline getirdiler. Konuşmak ne masumdur ne de tarafsız. Söylem, eylemdir. Bir şey beyan etmek aynı zamanda bir şeyleri harekete geçirmektir. Naziler de bunların pekâlâ farkındaydı. Yahudilerin yok edilmesine yönelik özel bir dil stratejisine başvurmuşlardı. Masum Yahudilerin (kadın, erkek, çocuk) katledilmesi askerlerin ve iş birlikçilerin moralini ve kendilerine duydukları saygıyı kötü etkileyecekti. Seyyar infaz birimlerinin kumandanları bu gerçeğin farkındaydı. Bu yüzden imha harekâtlarının psikolojik etkilerini bertaraf edecek sistematik girişimlerde bulundular. Belli bir terim havuzu empoze ederek o eylemlerin vahşetini perdelemeye gayret ettiler. Benzer şekilde, töten (öldürmek) ve ermorden (cinayet işlemek) tabirlerini kullanmaktan mümkün olduğunca kaçınarak bunları erledigen (infaz etmek), liquidieren (ortadan kaldırmak) ve ausmerzen (bertaraf etmek) gibi tabirlerle değiştirdiler. "Cinayet" gibi kelimeler doğrudan "haksız yere adam öldürmeyi" akla getirirken "ortadan kaldırmak" ve "yok etmek" tabirleri, eylemi meşru gösteren çağrışımlar içerir. Mesela "yok etmek" deyince akla haşerat gelir ki haşeratın da imhası gayet tabiidir. "Kesmek", hayvan kesmeyi çağrıştırır, "bertaraf etmek" denince de yaşanmaya değmeyecek bir hayat akla gelir. Uzun lafın kısası, bu kelimelerin kullanımı koca bir insan topluluğunun insanlığını ve saygınlığını göz ardı ettiriyordu. Tarih boyunca örnekleri görülmüş bir yöntemdi bu. Ruanda Soykırımı öncesindeki gergin atmosferde Özgür Mille Collines Radyo Televizyonu (RTLM), Hutulara bütün Tutsileri ve ılımlı Hutuları katletme çağrıları yapıyordu. Yayınlarda Tutsilere sistematik olarak "hamam böceği" şeklinde hitap ediliyordu. Hamam böceği, ortadan kaldırılması gereken bir haşeredir. Bu radyo yayınlarının yadsınamaz bir etkisi oldu. Harvard Üniversitesinin yürüttüğü araştırmaya göre en fazla cinayetin işlendiği yerler, radyo yayınlarının en net dinlenebildiği bölgelerdi. Vahşet olaylarına en büyük katılım bu bölgelerde gerçekleşti. Toplamda 800 bin kişinin hayatını kaybettiği değerlendiriliyor. Soykırıma faal olarak katılmış canilerin sayısıysa tahmini 175 bin ila 210 bin.